DİNLEYEBİLMEK

Basit gibi gözüken şeylere dikkat etmesini öğrenmek zorundayız. Aksi takdirde herkesin gözü önündeki fenomenlerin iç yüzünü kavrama kabiliyetimiz gelişmez Asıl mesele “açık” olabilmektir.

Şuurlu bir vukufun temelinde bu “açıklık” yatar. Bunun için de gerekli sorularla meselenin özünün derinliklerine inilmesi gerekir (Gadamer, 1979: 325). Yani soru işaretleri, yeteri kadar derine salınmalıdır (Wittgenstein, 1988: 62).

Bir ipucunu yakalayabilmemiz için önce bu ipucunun geldiği ortamı dinlememiz gereklidir (Heidegger, 1972: 138). Evet, “çağırmak, çağrılan şeyi yaklaştırır” der (Heidegger (1971: 57). İnsan ancak sezmeye hazır olduğu şeyi sezebilir, bilmeye hazır olduğu şeyi bilebilir, anlamaya hazır olduğu şeyi anlayabilir. Eğer bir beyan gerektiği gibi dinlenilmiyorsa, çok şey uğrayıp geçer de farkına varılmaz. Önyargısız, esnek düşünebilen ve vicdanına kulak veren insanlar, gerektiği gibi dinleyebilirler. İptal-i his, gaflet ve taassup içinde olanlar ise sadece sesler duyarlar, gelip giden sesler. Doğru dinlenilmeyen şeylere doğru cevap verilemez. Dinlemek tam bir konsantrasyon meselesidir. Aksi takdirde epistemik potansiyel uyandırılamaz. Dinlemedeki acziyet, epistemik bir atalet doğurur, neticede iptal-i his galebe eder. Kognitif uyuşukluktan kurtulmak için kognitif yenilenme gereklidir (Fiumara, 1990: 85). Belki de bizler zihinlerimizi ve kalblerimizi meşgul eden, hatta işgal eden şeyler yüzünden idraki ve ilhami şoklar yaşayamıyoruz. Sıradan, gelip geçici, serap gibi mesajlarla meşbu kültürel galaksimizde gerekli yerlere, gerekli zamanlarda fikri ve kalbi seyahatler yapıp “vukuf”a ulaşmanın yollarını aramalıyız.

Duydukları halde sağır gibi, gördükleri halde kör gibi, düşündükleri halde baygın gibi davranan insanlar var. Bu iptal-i hissin farkına varmak da çok zor, zira insan bu “sakatlığa” yavaş yavaş, sinsice ve acısız bir şekilde kayıveriyor. Neticede kognitif bir felç yaşanıyor. Manevi kalp damgalandığı zaman manevi hayat da bir heykel gibi taşlaşıyor, melekeler fonksiyonlarını yitiriyor, hissiz, cansız, soğuk ve kuru bir enkaz ortaya çıkıyor. Böyle bir durumda insan akletmez, anlamak istemez, kendince anlamak istese de anlayamaz. Tepkiler sona erer. Diyaloğa açıklık görülmez. Safi nur uğrasa, kalbinde tasdik edici bir meyil bulunmadığı için simsiyah bir yapı tarafından absorbe edilir. Bu insan ne dış dünyayı dinler ne de iç dünyasını. Deruni hayatının ecnebisi haline gelir. Zihnen felç, kalben letarji olur. Vicdanı lal kesilmiş bu insanın nazarında kainat da dilsizdir. Belki bir şeyler duyar, ama kesinlikle dinlemez, dinleyemez, dinlemek istemez. Fikri uyuşukluk, kalbi atalet, hissi hipnoz onu örter, örter, örter. Derin bir gaflet uykusunda mışıl uyur.

Dinlemek için kibri tekmelemek gereklidir. Açık olmayan dinleyemez. Mütekellimin samimi olmadığını düşünen bir insanın hisleri kutuplaşır, sözleri itici bulur, gergin, elektrikli bir hava içine girer, istifade edemez.

Dinlemek için “sessiz olmak” gereklidir. Ancak bundan sonra iç tecrübelerimiz artabilir. Sessiz olmadan idrak etmek mümkün değildir. Sessizliği hissetmeden iç dünyamızı dinlemeye çalışırsak boşluk ve gürültüyle karışılaşırız, manayla değil (Fiuamara, 1990: 105). Sessizliğin bir ağırlığı vardır. Bu ağırlığı çoğu kelimede bulamayız. Geçmişte yaşadığımız, halen yaşamakta olduğumuz, gelecekte yaşamamız muhtemel olan herşeyle yüklü bir ağırlıktır bu. Bütün hayat bir anlık sessizlik içinde meknidir sanki…Herşeyimiz o an-ı seyyalede dercedilmiştir adeta (Sciacca, 1963: 102).

Dinlemekten çok konuşmaya mı niyet ediyoruz ne? Sadece kendini dinlemek, kendini dinletmek isteyen bir insan ne kadar büyük bir zulüm işlediğinin farkında değildir. Başkalarının nezaketini istismar eden, iletişim kuramaz, sadece iletir durur. Almadan hep vermeye çalışır. Zaten alacak pek birşeyi olduğunu da düşünmez. Onun nazarında karşısındaki çoğu insan pasif bir dinleyicidir, o kadar. Dinlemeyen aldırmaz, umursamaz, anlamaz. Kendimiz dışındaki kimseler ve şeyler de bize birşeyler anlatabilir, yeter ki dinlemeye hazır olalım. Bu hazırlığı yapmazsak hep hodbin, hep hodgam, hep hodperest kalırız. Dinlemeyen kendi hayaline aşıktır. Halbuki dinlemek diğergamlık gerektirir. Dinlemek bir tevazu alemetidir. Dinlemesini bilmeyen haddini bilemez.

Dinlemek, kendi dünyamızla faklı bir dünya arasında köprüler kurma yoludur (Fiumara, 1990: 162). Açıklık, tevazu, mümaşat, empati, zihni işbirliği ve kalbi yardımlaşma dinleme adabın dandır. Diyaloğu zayıflatmaya değil güçlendirmeye çalışmak gereklidir.

Dil ülfetten yorgun düşmüş. “Ölenle ölünmez” deyip geçiyoruz. “Ölüm”, “hesap”, “ebediyet” bizim için neler ifade ediyor acaba? Dilin hakikatini unutturmuşlar bize. Dilin asli hakikatiyle ancak düşüncelerimizi ifade edecek uygun bir kelime bulamadığımızda yüzyüze geliyoruz (Heidegger, 1971: 59).

Bilmediğimiz bir kelime için sözlüğe bakar ve orada ne yazıyorsa ona göre bir “ilk intiba” ediniriz. Bu intibadan kurtulmamız kolay değildir, o kelimeyle her buluşmamızda onu hatırlarız. Ancak, belki de kelimenin asli manası, bizim o ilk intibamızdan çok uzaktadır, çok uzakta (Heidegger, 1972: 129).

“Kelimelerin ne dediklerine dikkat etmek biz modern insanlar için oldukça zordur” der Heidegger. Çünkü öncelikle ülfetten kurtulmamız gereklidir. Bunu başardığımız an, herşey kolaylaşır (Heidegger, 1972: 130). O halde dilde bir yenilenme gereklidir. Uyanmak için zinde, farklı, şok gibi bir beyan lazımdır. Bu yeni dili dinlemeyi öğrenmek, tekrar tekrar öğrenmek ise elzemdir.

Hakkında dileksoylemez

Yazar, 2002 yılında İstanbul Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olmuştur. Evli ve 2 çocuk annesidir. Hakkında detaylı bilgiye http://www.dileksoylemez.com/hakkimda adresinden ulaşabilirsiniz.

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.

%d blogcu bunu beğendi: